Felsefe ve Uygarlık
Neolitik dönemin geç evrelerinde Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının yüksek mühendislik ve hukuk alanlarını adeta icat etiğini ve bu alanlarda oldukça ilerleme kaydettiğini bilmekteyiz. Özellikle bu uygar topluluklarda, kendi gıdasını üret(e)meyen kimselerin söz konusu alanlardaki gelişmelerin tetikleyicisi olduğu az çok ileri sürülebilir. Uygar olarak nitelendirdiğimiz topluluklarda, yaşamını idame ettirebilmek için gerekli olan temel gereksinimler karşılandığında insanların entelektüel uğraşlara vakit ayırabilme ihtimali yükselecektir -ve açıkçası yükselmiştir de. Yöneticinin (genel olarak hükümdar kralın) işine yarayıp yaramamasından bağımsız olarak yürütülen bu entelektüel faaliyetlerin, o halde, ortaya koyulabilmesi için belirli düzeyde uygarlaşmış bir toplum ön-koşuldur. Farklı bir ifadeyle, uygarlık dediğimiz fenomenden nasibini almamış bir toplumda entelektüel uğraşlar önceliğini yitirmektedir.
Entelektüel faaliyetlerin kapsamı salt mühendislik ve hukuk gibi alanları kapsamaz. Örneğin, felsefe (ve elbette henüz ondan bütünüyle ayrışmamış bilim) bu faaliyetlerin içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Ne var ki, tam da bu noktada karşımıza bir soru çıkıyor: Neden felsefe Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında değil de Grek uygarlığında ortaya çıktı? Dikkatli zihinler fark edecektir, bu yüklü bir soru ifadesi çünkü felsefenin Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında değil de Grek uygarlığında ortaya çıktığını baştan varsayıyoruz. Dahası, bu varsayımımızın bir hakikat olduğunu kabul edip, neden bu hakikatin böyle cereyan ettiğinin temellendirilmesini talep ediyoruz.
Bu varsayımın (yani felsefenin ilk olarak Grek uygarlığında ortaya çıktığı varsayımının) köklerini en net haliyle 19. yüzyılın sonlarında bulabiliriz. Fransız tarihçi ve filolog Ernst Renan (1823–1892) Atina’yı 1865 yılında ziyaret eder ve kentin yanı başındaki Lycabettus Tepesi’ne gider. Karşısında Atina halkının kent müdafaası için kurmuş olduğu yapıyı, yani Atina Akropolisi’ni görür. Bu manzara karşısında gözleri kamaşan Renan, dönemin Atina’sının harikulade bir atmosfere sahip olduğunu ve böylesi bir uygarlığın ancak mucizevî bir şekilde ortaya çıkabileceğini ifade eder. Renan Akropolis’te Dua adlı yazısında deneyimlediği Yunan mucizesini şu sözlerle ifade eder:
1865 yılında, garip bir şekilde, Atina’da ilk kez güçlü bir geri dönüş dürtüsü hissettim. Bu etki uzaktan gelen taze ve canlandırıcı bir esinti gibiydi. Atina’nın üzerimde bıraktığı izlenim o güne kadar hissettiklerimin en güçlüsüydü. Mükemmelliğin var olduğu tek yer; hayal ettiğim her şeyin ötesinde olan Atina. Gözlerimin önünde Pentelicus’un mermerinde kristalize olmuş bir güzellik ideali vardı. Şimdiye kadar mükemmelliğin bu dünyada bulunamayacağını düşünmüştüm;[…] geçmişte bir süredir mucizelere inanmayı bırakmıştım. Fakat şimdi aniden […]Yunan mucizesi ortaya çıktı, sadece bir kez var olmuş, daha önce hiç görülmemiş, bir daha asla görülmeyecek, ancak etkisi sonsuza dek sürecek bir şey. Ne yerel düzeyde, ne de ulusal düzeyde tek bir lekesi olmayan sonsuz bir güzellik türü.
Doğu bir bütün olarak ihtişamı, gösterişi ve sahtekârlıklarıyla bana itici geliyordu. Romalılar ise sadece kaba saba askerlerdi; Romalıların en soylusunun, Augustus’un ve Trajan’ın görkemi, bu gururlu ve barışçıl yurttaşların rahatlığı ve basit asaletiyle karşılaştırıldığında yapmacık kalıyordu. Keltler, Germenler ve Slavlar vicdanlı ama pek de uygar olmayan İskitler gibi görünüyorlardı. Bizim Ortaçağımız bana zarafet ve üsluptan yoksun, yersiz gurur ve bilgiçlikle çirkinleşmiş gözüktü. Şarlman ise Themistokles ve Alcibiades’in güleceği beceriksiz ve hödük bir Alman at seyisinden başka bir şey değilmiş gibi geldi.
Renan’ın duygularını ifade etmekteki mahirliğini vurgulamaya gerek yok. Kalemi bu kadar güçlü bir ismin ifade ettiklerinin yanında, ifadelerinin içeriğinin de aynı derecede güçlü olduğu öne sürülebilir mi? Yani Yunan mucizesi olarak ifade ettiği Grek uygarlığı gerçekten daha önce hiç var olmamış ve gelecekte de eşi benzeri var olmayacak bir statüde miydi? Bu sorulara verilecek pozitif yanıtlar esas itibariyle çok da itiraz kaldırmamalıdır. Sadece Grek uygarlığı değil diğer tüm uygarlıklar birbirinden birçok bakımından ayrılır ve birçok bakımdan da eşsizdirler. Bir başka kimse Mısır’ı ziyaret ettiğinde karşısına çıkan Keops Piramidi’ni görüp dönemin Mısır uygarlığının mühendislik bakımından eşi benzeri olmayan bir seviyede olduğunu öne sürebilir. Neticede böylesi bir iddia öznel olduğu ölçüde nesneldir de.

Gelgelelim, burada Renan’ın iddiası yalnızca Grek uygarlığının biricik olduğu yönünde değil –bu uygarlığın mucizevî bir şekilde ortaya çıktığıdır. Şimdi, sıradan kimselerin ‘mucize’ kavramını gelişigüzel kullanmasında bir sakınca olmadığını vurgulamak gerekiyor. Gündelik haberlerin başlıklarında sıkça rastladığımız ‘mucizevî galibiyet’ ya da ‘mucize eseri ölümden döndü’ gibi ifadeler salt malumatın aktarımını süsleme işlevi taşımaktadır. Aklı başında bir okuyucu, haberi veren yayın organının editörüne mucize sözcüğünün hatalı kullanımı hakkında bir e-posta ya da mektup atmaz. Nitekim haber sıkça görülemeyecek bir vakayı çarpıcı bir biçimde aktarmayı hedeflemektedir. Renan gibi sözü ciddiye alınan bir tarihçi ise kullanacağı sözcükleri dikkatli seçer. İfadeleri gelişigüzel değildir. Dolayısıyla, Renan’ın Yunan mucizesi derken kastettiği özetle şudur: Mucizeler nedensel ilişkilerden bağımsız gerçekleşen olgusal fenomenlerdir. Grek uygarlığı bir Yunan mucizesi ise bu uygarlık kendinden önceki hiçbir uygarlığın etkisi neticesinde ortaya çıkmamıştır. Diğer bir ifadeyle, Grek uygarlığı birdenbire ve etkileşimsiz olarak ortaya çıkmıştır.

Böylesi bir iddiada az da olsa bir haklılık payı olabilir mi? Bilim-tarihsel bir perspektiften baktığımızda pek de öyle gözükmüyor. Renan’ın Yunan mucizesi iddiasına en sert eleştiri politik tarih araştırmacısı Martin Bernal (1937–2013) tarafından geliştirilmiştir. Bernal Kara Atena adlı eserinde antik Grek uygarlığı imajını üç modele ayırmaktadır: a)Antik Model; b)Aryan Modeli ve c)Geniş Aryan Modeli.
Antik Model Yunanlılar ve daha sonra diğer Avrupalıların Mısır’a ve Fenike’ye olan borçlarını bilinçli ya da bilinçsizce kabul ettikleri ve yüzyıllar boyunca süren bir anlayıştır. Bu modele göre Yunan nüfusu M.Ö. 2. binyılda Mısırlı ve Fenikeli istilacıların kültürü ile asimile olmuştur. Bu asimilasyonun en büyük delil Grek uygarlıklarının kullandıkları dilde tespit edilir. Bernal bu görüşünü desteklemek amacıyla Herodotos ve Platon gibi yazarların eserlerine referans verir. Ayrıca bazı Yunanca sözcüklerinin etimolojisini yaparak eski Mısır diline ait kökler tespit eder.
Kısaca değindik, Bernal’e göre Antik Model zaten uzun yıllar boyunca hem Yunanların hem de birçok Avrupa uygarlığının kabul ettiği bir modeldi. Yani neredeyse herkes Grek uygarlığının Mısır ve Fenike etkisi altında olduğunu kabul ediyordu. Ne var ki 18. yüzyılın ortalarından sonra Antik Model yavaş yavaş geçerliliğini yitirdi. Bu modelin yerine batılılaştırılmış bir Aryan Modeli ikame edildi. Bugün hala yaygın olan Aryan Modeli, Yunan kültürünün Hint-Avrupa dillerini konuşanların ya da ‘Aryanların’ kuzeyden gelip ‘Helen öncesi’ yerli halkları fethetmesiyle ortaya çıktığını savunmaktadır. Yani Grek kültürünün kökleri Mısır ve Fenike kültürleri ile temasta değildir, olmamıştır. Bu modelin ırkçı fısıltılarının yankısı Afrika ve Doğu’ya yönelik emperyalist fetih çağında duyuldu. Kendi köklerini saldıklarını öne sürdükleri Grek uygarlığını ve dolayısıyla Avrupa’yı Mısır medeniyetinden ayırmak, beyaz Avrupalının işgalci argümanlarını daha güvenilir hale getirdi. Keza 19. yüzyılla beraber yükselen Yahudi karşıtı siyasi iklim de bu Aryan Model ile beslendi, nitekim ardılı oldukları Grek uygarlığının Fenikelilerle ya da Sami kültürler ile hiçbir organik bağı bulunmamaktaydı.
Aryan modelinin Grek uygarlığını Afrika ve Asya’dan tamamen ayırdığı aşikârdır. Son yetmiş yılda (1950’lerden günümüze) Geniş Aryan Modeli, antik Yunan ve Yahudi toplumlarını birlikte incelemeye başlayarak verdiği başta tarihsel ve politik olmak üzere birçok hasarı onarmaya çalışmıştır. Ancak Mısır ve Afrika’nın Helenizm üzerindeki etkisini incelemek halen hassas bir konu olmaya devam etmektedir.

Özetlemek gerekirse, antik Yunan mirasının Avrupalılar tarafından sahiplenilmesi ve genellikle Avrupalı olmayan diğer halklara karşı üstünlük iddiaları, bir ölçüde sömürgeciliği, baskıyı ve emperyalizmi meşrulaştırmak içindi. Bu sebeple Yunan mucizesi adı verilen sloganımsı ifadeyi sürekli güncel tuttular. Yunan mucizesinin bir tür Batı şovenizmi olduğunu iddia edenler ise buradan hareketle Yunan mucizesi deyişinin bir palavradan ibaret olduğunu öne sürdüler. Yani aslında o dönem Grek Felsefesinin yokluktan türemediğini ve bambaşka coğrafyalardan beslendiğini savundular. Yunan kültürünün farklı uygarlıklardan beslendiğini reddetmek zor gibi gözükse de, konunun halen tartışma götürdüğü bir gerçek.
Tartışmanın evrildiği güncel noktada belki de karşıt kamplar tarafından hatalı bir dikotomiye sürüklenmiş olabiliriz. Burada şu soru sorulabilir: Madem Grek uygarlığı öncesi felsefe mevcut, Yunanlıları farklı kılan nedir? Onları farklı kılan etmen bu bilgileri salt pratik amaçlı kullanmamalarıdır. Bu açıkça, bilginin teorik (theoria) boyutunun Yunanlılar tarafından ne denli önemsendiğini göstermektedir. Yunanlıların yalnızca ‘bilmek için bildiklerini’ düşünmek asıl mucizevî olandır çünkü o dönem için hiçbir pratik yarar getirmeyecek bir bilginin peşinden koşmak -şimdi için bile- deliliktir. Yunan uygarlığının kendinden önceki diğer uygarlıklara nazaran daha kısa bir ömre sahip olmasına rağmen, onlardan daha fazla bilgi sahibi olmalarının altında yatan en büyük neden bu düşünce tarzı (mantalité) olsa gerek. O halde diyebiliriz ki Yunan felsefesi kendinden önceki felsefeleri aşmıştır. Yunan felsefesini -yani bu mucizevî bilgelik sevgisini- olanaklı kılan tek bileşen elbette ki yalnızca ‘bilmek için bilme’ idealini benimsemek değildir. Bu idealin yeşermesi için de gerekli olan koşulların sağlanması gerekir. Tahmin edilebileceği gibi bu koşullar dönemin sosyolojik yapısında yeterince mevcuttur. Grek uygarlığı, diğer uygarlıklardan, aynı zamanda demokrasisi ile de ayrılmaktadır.
Renan’ın Yunan mucizesi iddiasının bir diğer kısmını Grek uygarlığının her bakımdan gelmiş geçmiş diğer uygarlıklardan üstün (superior) olduğudur. Bu ayrıca tartışılması gereken bir meseledir ancak amaçlarımız adına bu konuyu şimdilik bir kenara bırakmakta fayda bulunmaktadır.
Uygarlığın felsefe için bir ön-koşul olduğunu söyledik. Nasıl bir uygarlıkta felsefenin yeşerebileceği ile ilgili meseleye kısaca ve felsefenin uygarlıkların ortaklaşa çabasıyla mı yoksa birdenbire mi ortaya çıktığına ilişkin tartışmaya ise uzunca değindik. Şimdi felsefenin uygarlığı konu edindiği ve özelde siyaset felsefesinin alanına giren bir meseleyi ele alabiliriz.
Uygar bir atmosfer filozofların ortaya çıkışını ya da en azından ortaya çıkması için yeterli olabilecek zemini sağlar. Filozoflar da bu uygar ortamda uygarlığın kendisinin nasıl ortaya çıktığı hakkında görüşler ortaya koymuştur. Bu görüşleri doğuran sorular kabaca şöyle sıralanabilir: Uygarlık öncesi durum neydi? Uygarlık öncesindeki koşullar neden zamanla terk edildi? Uygarlık insan için iyi midir, kötü müdür? İyi ya da kötü ise bu nasıl temellendirilebilir? Bu sorulara getirilen çözüm önerilerine birçok düşünür ya da filozof bağlamında değinilebilir. Ne var ki, yine amaçlarımız doğrultusunda, Thomas Hobbes ve Jean-Jacques Rousseau ele alacağımız iki filozof olacak. Konunun derinliklerine inmeden önce felsefi aşinalığı yüksek olan kimselere bir uyarı yapmak gerekiyor. Hobbes ve Rousseau aslında hükümdar, iktidar ve egemen ile ilgilenmişlerdir, yani uygarlık ile alakaları dolaylıdır. Burada söz konusu dolaylılığa kısaca odaklanılacaktır.

Hobbes 1642–1651 yıllarında cereyan eden İngiliz İç Savaşını doğrudan yaşamış bir düşünürdür. Bu süreçte oldukça acı çeken insan olduğunun ayırtına varan düşünür, bir daha böylesi bir durumun yaşanmaması için neler yapılması gerektiği üzerine yirmi yıl boyunca akıl yürütür ve bunun neticesinde Leviathan adlı eseri yazar. Eserin ulaştığı temel sonuç şudur: Uygar bir hükümet olmadığı sürece insanlık sürekli korkuya, sürekli savaşa ve sürekli ölüme sürüklenecektir. Neden? Hobbes’a göre bunun nedeni insanın doğası gereği bencil olmasıdır. Bu bencillik neticesinde insan sürekli arzularını tatmin etme peşinde koşar, refah ve mutluluk temin etmek ister. İşte bu refah arayışı savaş durumunu ortaya çıkarır çünkü refah ve mutluluk her an kaybedilebilir bir şeydir.
Çok sevdiğiniz ve her gördüğünüzde mutlu olduğunuz bir eşyanızı düşünün. Birinin onu sizden zorla alma ihtimali ne kadardır? Küçümsenmeyecek kadar fazla çünkü kaybettiğimiz eşyalar dışında hayatta herkes bir defa olsun eşyasını çaldırmıştır. Uygar bir ortamda bile bizi mutlu eden şeylerin elimizden gizlice ya da zorbaca alındığını biliyoruz, bilmesek bile şahit oluyor ya da haberlerini alıyoruz. Şimdi düşünelim, bizi mutlu eden şeyleri elimizden alan ya da çalan kimseler yakalandığında (asgari de olsa) cezalandırılacağını bile bile hırsızlık yaparken, asgari bir cezanın bile olmadığı yerde neler yapar? Muhtemelen daha fazlasını çünkü ortada bir caydırıcılık yoktur. Caydırıcılığın olmadığı yerde cüret yükselişe geçer.
Böyle bir uygar olmayan çevrede yaşamak ister miydiniz? Her an mutluluğunuzun çalınacağı ve dahası onu elinizden almak için öldürülebileceğiniz bir ortamda yaşayacağınız tedirginliği ve korkuyu düşünün. Sahip olduklarınızın hepsi aslında sizindir fakat aslında hiçbiri size ait değildir, sürekli korku içinde servetinizden ve canınızdan olacağınız fikri içten içe sizi kemirir. Hobbes tam da bu yüzden insanların uygar bir devlet ihtiyacının olduğunu savunur. Uygar bir devlet –gerçi insanın refahını koruma garantisi veremez ancak en azından– bireyi korkularından büyük ölçüde uzaklaştırır. Bu korkulardan arınmak isteyen insan bu yüzden uygar devletlerin kendilerini yönetmesini talep etmiştir. Eğer bu yönetim olmasaydı insan uygarlık öncesi durumda olduğu gibi ‘doğa durumu’ (state of nature) içerisinde olurdu.
Doğa durumunda insanlar arasında tam bir kaos söz konusudur. Bu durumda da güçlü ve refah içinde insanlar olduğu kadar, güçsüz ve sefalet içinde insanlar da vardır. Fakat her iki insan grubu da eşittir. Elbette bu eşitlik insan olmaları bakımından bir eşitlik değildir, herkesin yaşadığı korku ve mutsuzluk bakımından bir eşitliktir. Gücü olmayan sefil insanlar gücü olanın servetine göz dikebilir, bu güçlüyü her daim korkutacaktır. Gücü olan müreffeh insanlar ise güçsüz insanlar servetine göz dikmese bile her an dikebilir kaygısıyla korku içinde yaşadıklarından önlem almak adına güçsüze saldıracaktır. Bu durumda güçsüz her daim korku içinde olacaktır. Özetle, doğa durumunda, her kesimden insan korku imparatorluğunun bir üyesi olacaktır.
Özetlemek gerekirse, doğa durumu herkesin birbirinden şüphelendiği ve korktuğu bir atmosferdir. En sonunda da bu korku ortamı ‘savaş’ ile neticelenir. İnsanlar bir süre sonra bu uygar olmayan ortamda diğer insanlara saldırmaya başlar. Saldırmanın temel nedeni anlık tatminler değildir, geleceğe yönelik tedbirlerdir de. Güçsüz isen güç elde etmek için saldırırsın, başarılı olursan müreffeh olursun. Güçlü isen güvenliğin için ya da şöhret için saldırırsın çünkü güvenliğin güçsüzler tarafından tehdit altındadır, her an zenginliklerine göz dikilebilir. Dahası şöhret için de saldırırsın, öyle ki bazen sadece güçlü olduğunu göstermek sana olabilecek saldırıların iki kere düşünülmesi demektir. Tüm bu saldırılar savaş doğurur ve bu savaşı engellemenin tek yolu yasaları uygulayabilecek uygar bir devlettir.

Hobbes’un uygar olmayan doğal durum koşulları son derece tehlikeli bir işleyişe sahiptir. İngiliz filozofun çizdiği yaşamın içerisinde var olmak pek de tercih edilebilecek bir şey olmasa gerek. Bununla birlikte sormaktan çekinmememiz gereken bir soru bulunuyor: Ya ‘doğa durumu’ Hobbes’un tarif ettiği gibi değilse?
Rousseau kabaca bu düşünce çizgisini benimsemektedir. Ona göre insan doğası bütünüyle bencillikle donatılmamıştır. Çoğu zaman ait olduğumuz insan türünün acı çekmesini istemez hatta buna şahit olmaktan iğreniriz. Dahası, insan doğası büyük ölçüde ‘merhamet’ ile donatılmıştır ve merhamet saldırmanın ve savaşın engellenmesini sağlayan güçlü bir bariyerdir. Sıkıntı içinde olan kimselere hiç düşünmeden yardım etme çabamız da bu yüzdendir. Kuvvetli bir yabani insan eğer gerçekten başka çaresi yoksa küçük bir çocuktan ya da çelimsiz bir ihtiyardan yemek çalmaz.
Rousseau’ya göre şüphesiz Hobbes’un tarif ettiği modern-uygar insan eğer doğa durumu içerisine yerleştirilseydi Hobbes’un anlattığı gibi davranacaktı. Burada hata şudur: Hobbes modern-uygar insanın özelliklerini yabani insana yüklemiştir. Hâlbuki salt kendini koruma ve merhamet duyguları ile yüklü yabani insan bulunduğu doğa durumundaki koşulları bugünkü uygar insanın koşullarına tercih bile edilebilirdir. Rousseau burada elbette uygarlık öncesi döneme geri dönüş çağrısı yapmamaktadır. Böylesi bir sürecin tersinmez (irreversible) olduğu besbellidir. Rousseau’nun tek amacı belki de yabani insanın yanlış karakterize edildiğinin altını kalınca çizmek istemesidir.
Fransız filozofa göre doğa durumunda herhangi bir yasal engelden söz edilemez. Bu konuda Hobbes haklıdır, insanı yapıp ettiklerinden alıkoyabilecek bir ceza mekanizması söz konusu değildir. Yine de Rousseau’ya göre insan, bu koşullarda, bencilliğinden hareketle diğer insanlara saldırmaz çünkü saldırmak zarar verir ve zarar vermek insanın sadece kendisi değil başkası söz konusu olduğunda bile tiksindiricidir.

Rousseau için yabani insan zihinsel olarak oldukça saf bir niteliktedir. Arzuları sınırlıdır. Tek arzusu belki de karnını doyurmak için avcılık-toplayıcılık yapmak; barınmak için de bir mağara bulup sığınmaktır. Başkalarından çalmak ya da başkasının hanesine tecavüz etmek yabani insanın gayelerinden biri olamaz. Hobbes’a göre ise doğa durumunda insan başkalarının zenginliklerine göz diker, onları elde etmek ister. Zenginliğe sahip olan da, örneğin, gücünün şöhretini katlamak adına başkalarına saldırır. Hâlbuki Rousseau’ya göre yabani insanın ne bir güç kanıtlama kaygısı, ne de şöhret takıntısı bulunmaktadır. Yabani insan için başkalarının fikri önemli değildir. Benzer şekilde yabani insanın güç elde etme ya da gelecekte gücünü perçinleme derdi de yoktur. Öyle ki doğa durumundaki insanın gelecek görüsü çok kısıtlıdır, geleceğe ilişkin planlar yapma kapasitesi ise neredeyse yoktur. Hatta o kadar kısıtlı bir gelecek görüsü vardır ki, sabah size öngörüsüz biçimde sattığı pamuk yatağı akşam ağlayarak geri satın almak ister.
Özetle, yabani insan ormanlarda bir aşağı bir yukarı dolaşarak, konuşmayarak, ticarethanesi olmadan, evi olmadan, savaşa ve diğer tüm bağımlılıklara eşit derecede yabancı, ne hemcinslerine ihtiyaç duyan ne de onlara zarar verme arzusuna sahiptir. Bu özelliklere sahip olan insan modern-uygar insandır.