Erken Uygarlıklar: Mezopotomya ve Mısır

Mustafa Efe Ateş ✘
12 min readNov 24, 2022

--

Seçkin kültürel örüntülerin izini yarı-tropik bölgelere nehirlerinin vadilerinde bulabiliriz. Bu yolla birçok insan bir araya gelebilir, barış ve huzur içerisinde birbirleri ile etkileşime geçip, fikirlerini paylaşabilir.

Burada böylesi bir atmosferi temin edebilmiş iki erken uygarlığa değinilecek: Mezopotomya ve Mısır

Mezopotamya Uygarlıkları

Mezopotamya’da (yani Dicle ve Fırat nehirleri arasında) birçok uygarlık bulunmaktadır. Akad, Babil, Sümer ve Asur uygarlıklarının adını muhtemelen duymayan az kişi vardır. Mezopotamya bölgesinde, örneğin Mısır gibi, tek bir uygarlığın hüküm sürmediğini biliyoruz. Zaman içinde Sümerler güç kaybetmiş Babilliler güç kazanmış, daha sonra ise Akadlar bir dönem bölgede hüküm sürmüş. Bu bilgiler politik tarih ve savaş tarihi için önemlidir ancak uygarlık bağlamında altı çizilmesi gereken yerler bu uygarlıkların kimi özel yaşam pratikleridir. Burada üç çarpıcı noktayı aydınlatmak amaçlarımıza uygun olacaktır: yazının icadı, hukuki kanunlar ve matematik.

Mezopotamya uygarlıklarında Sümerlerin katkısı yazılı edebiyat bağlamında son derece çarpıcıdır. Sümerliler çiviyazısını bulmuş ve yaşamlarına ilişkin birçok enformasyonu kil tabletlere işlemişlerdir. Çiviyazısı piktogramlardan evrilmiştir. Piktogramlar refere ettiği nesneyi doğrudan resmeder. Piktogram kullanımı bir süre sonra terk edilmiştir çünkü pratik değildir. İki nedenden dolayı: ilki, yaşamda salt fiziksel nesneler değil duygularımız (sinirlenmek, üzülmek vb.) gibi soyut olan entiteleri de ifade etmek isteriz; ikincisi, piktogramları kil tabletlerin üstüne işlemek son derece zordur. İlk sorunu aşmak için ideogramlar kullanılmıştır, ne var ki ideogramlar da kısıtlıdır. En sonunda bu süreç Rebus ilkesi olarak da bilinen prensibe göre seslerden başlar ve daha sonra soyut harflere doğru ilerler. İkinci sorun çivi yazısının skriptleri ile bir yere kadar aşılmıştır. Ne var ki, Sümer skriptleri yaklaşık 350 heceden oluşur ve hiçbir zaman tam alfabetik sisteme ulaşamamıştır.

Çivi yazısının sembolik anlamdaki evrimi aşağıda yer alan görseldeki tabloda görülebilir. Bu sembollerin okunuşları ve dilimizdeki anlamları parantez içinde verilmiştir. Örneğin ‘ağız’ Sümercede ‘ka’, ‘ekmek’ ise ‘ninda’ olarak okunur. Bu ikisinin piktogram olarak yazıldığı kil tablet en alt solda görülmektedir. Onun sağında ise yemek yeme edimini refere eden türetim gözükmektedir: ‘ka-ninda’. Solda yaklaşık 5 bin yıl önce yemek yeme edimini imleyen semboller, yine yaklaşık 2500 yıl sonra sağdaki çiviyazı formuna ulaşmıştır. Yazılışın zor olduğunun anlaşılması bu pratik çözümün bulunmasına yol açmış olabilir.

Yemek yeme edimini imleyen semboller.

Bu dilin yapısı şu an bize tuhaf gelebilir ancak icat edilmeseydi Sümer kralı Gılgamış’ın ölümsüzlüğü bulmaya çalışırken başından geçen maceraları anlatan destanı bilemeyecektik.

Yine, eski uygarlıkların izlerini, yapıp ettiklerini kil tabletlerden az da olsa okuyabiliyoruz. Görselde Uruk’tan erken dönem kil tableti, arpa içeren işlemleri kaydetmek için kullanılmış. Sol alt köşedeki iki işaret bu döneme ait 18 tablette yer almaktadır ve muhtemelen bu işlemden sorumlu yetkilinin adını (veya bir kurum veya ofisin adını) temsil etmektedir. İşaretlerin fonetik ölçüsü bilinen sonraki işaretlerin benzerliğine dayanarak, yetkilinin adı olabilir. Bu ad Kushim olarak okunur. Sağ alt köşedeki diğer bazı işaretler anlam olarak daha az nettir. Çok büyük miktarda arpa ve uzun hesap dönemi göz önüne alındığında, tablet bir ‘bilançonun’ özeti gibi görünüyor.

Günümüzde muhtemelen yalnızca birkaç sözcük ya da cümle ile -örneğin 37 ayda toplam 135 000 ölçü arpa teslim alındı gibi bir- ifade edebileceğimiz bir bilaço örneği.

Gılgamış destanının yazılışından yaklaşık bin yıl sonra Mezopotamya uygarlığına Babil kralı Hammurabi hükmetmiştir. Hammurabi kendisini halkının çobanı olarak görmekte ve tanrıdan aldığı yetkiyle onları gütme işini yüklendiğini söylemekteydi. Onun adını birçok Mezopotamya kralı arasında anmanın bir başka nedeni bulunmaktadır.

Hammurabi toplumunu yönetmek için (günümüz perspektifinden) son derece sert ve katı, hatta yer yer gaddarca sayılabilecek hukuki kurallar koymuştur. Aile içi ilişkilerden, toplumsal suç olaylarına kadar uzunca bir liste olan bu Hammurabi yasaları 282 maddeden oluşur. Bu yasalar günümüz yasaları ile karşılaştırıldığında yer yer çok genel, yer yerse çok spesifiktir. Örneğin hırsızlıkla ilgili çok spesifik bir hüküm yasanın 25. maddesinde şöyle ifade edilmektedir:

Madde 25. Şayet bir kimsenin evinde yangın zuhur eder ise, söndürmeye gelen başka bir kimse, hane sahibinin numaatına göz diker ve hane sahibinin numaatını alır ise, bu kimse, o yangının içine atılmalı.

Numaat sözcüğünün burada ‘nimet’ ya da ‘mal’ anlamına geldiği kabul edilmektedir. Görüldüğü üzere burada yangın esnasında bir başkasının evindeki panik halinden faydalanıp, ev sahibine verilen maddi hasarın cezası tanımlanıyor. Hırsızlıkla ilgili bir başka madde aşağıdaki gibidir:

Madde 7. Şayet bir kimse, gümüş yahut altın, erkek köle, kadın köle, öküz, koyun, eşek, yahut başka bir şey bir adamın oğlunun yahut bir adamın kölesinin elinden, şahitsiz yahut mukavelenamesiz satın alır yahut kabul eder ise bu adam hırsızdır, ölmeli.

Madde 14. Şayet bir kimse, diğer bir kimsenin küçük oğlunu çalar ise ölmeli.

Bu maddeler muhtemelen olayların cereyan etmesinden sonra hazırlanmış, acil ihtiyaçları karşılayacak yasalardır. Teorik ve birbirini bağlayıcı yasaların olup olmadığı ve eğer var ise bunların uygulanıp uygulanmadığı daha detaylı hukuk tarihi araştırmaları gerektirmektedir. Yaralama ve darp ile ilgili ilginç sayılabilecek bazı hükümler şöyledir:

Madde 195. Şayet bir oğul babasını darp eder ise ellerini kesmeli.

Madde 196. Şayet (hür) bir kimse, hür bir kimsenin gözünü harap eder ise, onun gözünü harap etmeli.

Madde 203. Şayet hür bir kimse, akranı olan hür bir kimsenin yanağına vurur ise, bir mine tediye etmeli.

Madde 205. Şayet bir kimsenin kölesi hür bir kimsenin yanağına vurur ise, onun kulağını koparmalı (kesmeli).

Hammurabi, Rölyef Portre, mermer 1950. Sanatçı: Thomas Hudson Jones.

Hammurabi yasaları yaşanan gündelik olaylardan beslendiği için oldukça zengin bir içeriğe sahiptir. Örneğin, bunların içerisinde hayvanlar ile ilgili bir hüküm bile bulunmaktadır:

Madde 250. Şayet vahşi olmuş bir öküz, koştuğu vakit, bir kimseye tos vurarak (onu) öldürür ise, bu davanın hiçbir şikayet hedefi olmamalı.

Hammurabi yasaları aile içi yaşanabilecek hususlarda da detaylı hükümler vermiştir. Bunlardan birisi şudur:

Madde 138. Şayet bir kimse, kendisine çocuk doğurmamış olan karısını boşamak ister ise, kendi kadın fiyatı ne ise, kendisine para vermeli. Ve babasının evinden getirdiği hediyeyi kendinse tamamıyla teslim etmeli ve boşamalı.

Görüldüğü üzere Hammurabi yasaları asimetrik bir yapıdadır. Kölenin hür insana, kadının erkeğe yönelik pek de hakkı yok gibidir. Bununla birlikte Hammurabi yasaları bütünüyle ve yalnızca dişe diş, göze göz olarak tabir edebileceğimiz bir yapıda değildir, örneğin para cezası ile kurtulabileceğimiz vakalar söz konusudur. Üstte yer alan madde 203'te ise, örneğin, hüküm mağdurun da suçluya bir fiske vurmasını içermez.

Mezopotamya’da bulunan uygarlıkların kültürlerinde bilime verilen değer oldukça fazlaydı. Özellikle ticari işler söz konusu olduğunda formal bir bilim olan matematik, geliştirmiş oldukları diğer bilimlerin yanında (tıp, astronomi vb.) öne çıkmaktaydı. Mezopotamya uygarlıkları altmışlık sayı sistemi kullanmaktaydılar. Günümüzde ondalık sayı sistemini adapte etmiş bizler için bu tercih kulağa tuhaf gelebilir ancak 60’ın bölenlerinin 10’dan fazla oluşu bu erken uygarlığın tercihinde rol oynamış olabilir. Dakikada 60 saniyenin, saatte ise 60 dakikanın oluşu bizlere bir Mezopotamya mirasıdır.

Tarihin ilk matematikçileri olarak belirleyebileceğimiz Mezopotamyalıların sayılarını aşağıdaki tablodan elde edebiliriz:

Sümer sayıları. Kaynak: H. V. Hilprecht, The Babylonian Expedition of the University of Pennsylvania.

Akla ilk gelen soru 1 rakamının 60 sayısı ile aynı ya da 10 sayısı ile 600 sayısının aynı olduğudur. Birini diğerinden nasıl ayıracağız? Bu tamamen bağlam ile ilişkilidir. Mezopotamyalı devlet görevlileri ya da memurlar kil bir tablete “< ve kuzu” yazıyorlarsa burada 10 sayısını, “< ve arsa”(parsel) yazıyorlarsa örneğin 600 sayısını kastetmekteydiler. Dolayısıyla sayılar da bağlam içinde deşifre olmaktaydı.

Mısır Uygarlığı

Uygarlıkları sıkça gördüğümüz coğrafyalar nehirlerin vadileridir. Eski medeniyetler Ganj nehri (Hint), Fırat ve Dicle nehirlerinin çevrelerindedir (Mezopotomya). Nil nehrinin çevresinde de böyle bir medeniyet vardı: Mısır.

Nil nehri, Mısırlıların tarlalarını sulamasına, uzak mevkilerde yaşayan topluluklarla su yolu ticareti yapmasına ve balıkçılık sayesinde de beslenmelerine doğrudan etkide bulunmaktaydı. Nil her ne kadar bu kadar olumlu tesir yaratsa da, zaman zaman başa bela olmuyor değildi. Kimi dönemler taşkınlar oluyor, kimi dönemler ise yıl boyu kuraklık baş gösteriyordu (ortalama her 5 yılda bir). Dönemin Mısırlıları bu türden doğal felaketlere önlem alamıyordu, ancak en azından bu doğal felaketlerin yaratacağı tesiri bilmekte mahirdiler. Nasıl mı? Yaklaşık 5 bin yıl önce Nilometre’yi icat ederek…

Nilometre bir tür rasathaneydi ve adından da anlaşılabileceği üzere Nil nehrinin akışını ölçüyordu. Bu yapı sayesinde taşkının ya da kuraklığın ne ölçüde olabileceği hesaplanıyordu. Böylece Mısır halkı olabileceklere göre ekim yapıyor ya da yapmıyor, firavun da buna göre vergi alıyordu. Taşkının ya da kuraklığın olacağı senelerde halktan neredeyse vergi alınmıyordu. Diğer dönemlerde ise Mısır halkı vergiden mükellefti ve vereceği vergi miktarında usulsüzlük yap(a)mıyordu. Bu icat, öyleyse, firavuna da hizmet ediyordu.

Nilometre. Mısır’da yüzyıllar boyunca Nil nehrinin yükselişini ve alçalışını ölçmek için çeşitli binalar inşa edilmiştir. Bu ölçümler, yıllık taşkına bağlı olarak tarımın planlanması için hayati önem taşıyordu. Bu eser, Abbasi halifesi el-Mütevekkil’in emriyle MS 861 yılında inşa edilen İslami mimari temelindeki nilometreyi göstermektedir. Kaynak: PATRICK LANDMANN / SCIENCE PHOTO LIBRARY.

Mısırlılar yazıyı icat etmiştir (hiyeroglif). Elbette Çinliler ve Sümerler de yazıyı bulmuştur. Esas itibariyle yazıyı kimin bulduğu belli değildir ve dahası bunu tespit etmek de açıkçası pek olanaklı değildir. Yazı eş-zamanlı olarak bambaşka coğrafyalarda bulunmuş olabilir. Mısırlıların da Sümerler gibi ilk olarak piktogram (yani resim yazı) kullandıkları tahmin ediliyor. Bu resimler doğrudan nesneleri işaret eder. Örneğin akbaba resmi akbabayı, göz resmi ise insanın gözünü temsil eder. Yazılar yukarıdan aşağı; ya da sağdan sola doğru okunurdu (Arapça gibi). Bugün araştırmacılar hiyeroglifleri okuyabiliyorlar. Bu nasıl mümkün oldu?

Bu soruyu aydınlatmak adına kısa bir parantez açarak Mısır hiyerogliflerinin nasıl deşifre edildiği ile ilgili kısa ve gerçek bir öyküden söz etmek yerinde olacaktır.

18. yüzyılın sonunda (1798) Fransa Mısır’ı fethetmek istiyordu. İngiltere ile savaşta olan Fransa, düşmanının denizlerdeki hakimiyetini ve Hindistan ile olan ticaret yollarını bozmaya çalıştı; Mısır’ın kontrolünü ele geçirmek, Fransa’ya Akdeniz’de genişlemek için bir uygun bir zemin sağlayacaktı. Fransız komutanlar ve askerler Mısır’a girdiklerinde genel bir şaşkınlık içindeydiler çünkü karşılarında bambaşka bir uygarlığın izleri duruyordu. Devasa piramitler ve dikilitaşlar göz kamaştırıyordu. Bu dikilitaşların üzerinde birçok sembol vardı, bu semboller istilacı her Fransız askerinin ilgisini çekmekteydi. Ne var ki bu sembollerin bir yazı sistemi olduğunun ayırtına varamamışlardı. Semboller grubunun çok azı ovalimsi bir çerçeveye alınmıştı, askerler bunlara kartuş (cartouche) yani fişek ismini koydular çünkü tüfeklerine doldukları fişeklere çok benziyorlardı.

Hiyeroglif Yazı Sistemi. Kartuş (cartouche) birçok Mısır yapısında kimi sembollerin ovalimsi bir sınıra alınmasını ifade etmektedir.

Fransız ordusu İskenderiye şehrini ele geçirmişti. Ordunun başındaki Napolyon hızlıca diğer liman şehirlerini de ele geçirmek istiyordu. Çok da zor olmayan bir şekilde askerleri bu hedefi geçekleştirdi, Dimyat ve Raşiid şehirleri hızlıca ablukaya alındı. Raşiid şehrini ele geçiren Jacques Menou abluka esnasında harap olmuş kenti geçici de olsa ayağa kaldırmanın yararlı olacağını düşündü. Bu doğrultuda emrindeki askerlere şehrin kıyı kesimindeki Raşiid şehrini onarmaları görevini verdi. Fransız askerler kerpiç tuğlalarla hisarı onarmaya başlayacaklardı ancak öncelikli olarak var olan molozu ortadan kaldırmaları elzemdi. Yüzbaşı Pierre-François Bouchard da molozları kaldırma işinde görevliydi. Bouchard 14 Temmuz 1799 tarihinde (muhtemelen 35–40 derece sıcaklıkta) güneşten kavrulmuş molozların altında pembe renkte damarlara sahip kuvars-feldspat bir sert kaya parçası buldu: Rosetta Taşı.

Rosetta Taşı. Ptolemy V Epiphanes’in Mısır kralı olarak taç giyme töreninin yıldönümünü kutlayan Mısırlı rahipler konseyi tarafından MÖ 196'da kabul edilen kararnamenin bir kopyasıdır.

Bu taş adını Raşiid (Rosetta) şehrinden almıştır. Taşın özelliği üzerinde üç ayrı dilde yazılmış bir metin barındırmasıdır. 2 yıl sonra Fransızlar yenildi. Napolyon’un yenilgisi üzerine taş, Fransızların bulduğu diğer eski eserlerle birlikte İskenderiye Antlaşması hükümleri uyarınca İngilizlerin mülkiyetine geçti ve Şubat 1802'de Portsmouth şehrine yollandı.

Rosetta taşı bulunduğunda artık onun eski Mısır dil sistemini, yani hiyeroglifleri, deşifre etmekte bir araç olacağı anlaşılıyordu. Taşın en üstünde hiyeroglif yazısı, ortada Demotik dil ve en altta da eski Yunan dilinde metin parçaları yer alıyordu. İngiliz fizikçi Thomas Young’ın ilgisini ilk olarak (Fransız askerler gibi) kartuşlar çekti. Bazı semboller neden ovalimsi kartuşlar içine yazılmıştı, bunun mutlaka geçerli bir sebebi olmalıydı? Young bu sembollerin özel bir ismi refere ettiğini bulan ilk kişidir. Daha sonra Fransız araştırmacı ve filolog Jean-François Champollion hiyerogliflerin Mısır dilindeki sesleri kaydettiğini fark etti. Bu, eski Mısır dili ve kültürü hakkındaki bilgilerimizin temellerini attı. Bulgularını 1822’de Paris’te bir seminerde açıklayan Champollion’u dinleyenler arasında Young da bulunuyordu.

Champollion’un hiyeroglif yazısını bir bütün olarak deşifre ettiğine dair hiçbir şüphe olmasa da, Young’ın Rosetta Taşı üzerinde yaptığı ilk detaylı çalışmanın Champollion’un daha sonraki atılımını mümkün kılan kavramsal çerçeveyi oluşturduğunu öne sürmek gerekir.

Merak edenler için Rosetta Taşı’nın içeriği hakkında da kısa bir bilgi vermek uygun olacaktır. Rosetta Taşı’nın metni aslında oldukça sıradan bir idari işle ilgilidir. Ptolemy V Epiphanes’in Mısır kralı olarak taç giyme töreninin yıldönümünü kutlayan Mısırlı rahipler konseyi tarafından MÖ 196'da kabul edilen kararname metnidir.

Mısır kültürü yol aldıkça yazının yaygınlaşması, yazılanların iletilmesi ile ilgili önemli bir problem doğdu. Taşlara yazı yazmak, yazılanları muhafaza etmek bakımından yararlıydı ancak hiç de kolay değildi. Hele ki, uzun metinleri kil tabletlere ya da taşa yazmak çok meşakkatli bir işti. Yazılar pahalı olmayan ve daha uygun bir materyal üzerine yazılmalıydı. Büyük bir problem, büyük bir icadı beraberinde getirdi: Papirüs.

George Sarton papirüsün avantajlarını şöyle sıralamaktadır: a)deri gibi çürümez; b)kolay rulo yapılabilir (lat. volumen>rulo yapmak), bu da yazının doğrudan bozucu etkilerden korunmasına yarar; c) yazarın ekleyeceği şeyler varsa önceki ruloya kolay yapıştırılır ve devamı olduğu kolay takip edilir (volume I, volume II…).

Mısırlılar mimarlık ve mühendislikte çok gelişkinlerdi. Piramitler hemen aklınıza gelecektir. Binlerce kireçtaşı üst üste devrilmeyecek şekilde dizilebilmiştir. Bugünden bile bu yapıların nasıl kurulduğunu anlamaya çalışan mimar-mühendisler hayretler içerisinde bu başarının nasıl gerçekleştiğini düşünmekte; ve hatta bazıları bunun mucizevi bir şey olduğu yönünde görüş bildirmektedir.

Diğer taraftan bu mimari başarıyı küçümsemek isteyenler de vardır. Doğru, Mısırlılar piramit inşaatlarında binlerce işçi kullanmıştır. Bu işçiler uzun süre çalıştırılmışlardır ve bu da başarıyı getirmiştir. Makine gücü insanın sonsuz işgücü ile yer değiştirmiştir. Bir an için böyle olduğunu varsayalım –ki öyle. Ancak bu az şey midir? 30 bin Mısırlı amelenin koordinasyonu, benzer işlere koşumu, beslenmesi son derece planlı olmalıdır. Peki, bu nasıl başarılmıştır, ya da bu başarı en azından piramitlerin inşasında takdire değer bir işi imlemez mi?

Piramitler dışında bir de dikilitaşları (obelisk) düşünün. Bunların belirli bir kaya kaynağından (genelde granit) çıkarılıp taşınması ve tapınak gibi binaların önüne dikilmesi gereklidir. Bu dikilitaşların kaya yatağından nasıl çıkarıldığı ya da o taşların üzerine nelerin incelikli biçimde kazındığının hiçbiri önemi yoktur, eğer ki o taş doğru bir biçimde dikilemezse… Dikilitaşların olduğu konumlara nasıl getirildiği ile ilgili teoriler çeşitlidir ancak kumdan yardım aldıkları ve gravitasyonun etkisinden yararlandıkları metot Mısırbilimciler arasında en geçerli olanıdır.

Dikilitaşların olduğu konumlara nasıl getirildiği ile ilgili en kabul edilebilir görüş Mısırlıların kumdan faydalandıklarıdır. Platformun sol panelinin sağ altındaki bölmeden işçiler sürekli kum boşaltarak, dikilitaşı kaidesine yumuşak bir şekilde oturtmayı başarıyorlardı.

Mısır uygarlığının matematik ile ilişkisi de oldukça gelişkin bir düzeydedir. Mısır’da 4 işlemin bilindiği kabul edilmektedir ve hesaplamalarının bilgisayarvari olduğu öne sürülmektedir. Şunu biliyorlardı, her rakam kendisine aynı rakamı eklediğinde belirli bir dizge oluşturur: 1, 1+1=2, 2+2=4, 4+4=8, 8+8=16 ve devam eder. Bu sayılardan ve rakamlardan toplama işlemleri yapılabiliyordu. Örneğin 17 ya da 9 sayısını elde etmek istiyoruz, yapmamız gereken tek şey katlarından ilgili sayıyı elde etmek:

Tabi bu sadece toplama için geçerli. Çarpma yapmak istersek? Örneğin 17’yi 25 ile çarpmak gerekli. 17’yi nasıl elde edeceğimizi zaten hesaplamıştık, yanına 25 yazıyoruz ve 25 sayısını da kendisine ekleye ekleye artırıyoruz. Bu işlem bitince solda halka içindeki yerleri sağdaki eşdeğer yeri ile eşleştiriyor ve sonucu buluyoruz: 17x25 = 400+25= 425

Bölme işlemi de çarpma kadar sade ve benzerdir. 1075 sayısını 25’e bölmek istersek: sola 1075 ve altına yine 1, 2, 4, 8 vs. Sağa ise 25’i yazıp katlarını eklemek, yani 50, 100, 200, 400 ve 800. Burada önemli olan 800’de durmaktır. Eğer onu katlarsak 1600 olur ve bölmek istediğimiz rakam olan 1075’i geçerim. Diğer bir ifadeyle, böleceğim sayıyı geçmeyecek en yakın sayıda durmam gerekiyor. Sağdaki sütunda 1075’i bulup, soldaki sütuna izomorfik olarak eşlersem bölümü bulurum, yani 43 sayısını.

Sarton’a göre Mısır uygarlığında cam ve dokuma teknolojisi papirüs üretim tekniği kadar gelişkindi. Mısırlılar kum ile alkali maddeyi (soda gibi) alaşım yapmayı biliyordu. Ne şekilde olduğu bilinmemekle beraber kimi cevherlerin alaşıma girebildiği fark edildi. Örneğin “bronz” bakır ve kalay karışımıdır. Ne kadar bakıra ne kadar kalay karıştırılacağı yazıtlarda bellidir. Bronz bir çağı da simgeler çünkü sağlamlığı bakırdan fazladır ve işlenmesi daha sert metaller yapabilmeye olanak tanımaktadır.

Mısır’daki tıbbi gelişmeler ise son derece etkileyicidir. İlk hekimin adının Imhotep olduğu biliniyor. Imhotep’in tıptaki başarıları onu tanrı katına yükseltmiştir, tıbbın tanrısı olarak nitelendirilmiş ve Yunanlardan bildiğimiz Asclepios’a ilham kaynağı olmuştur. Mısır’daki tıpta uzmanlaşmanın ilk nüvelerini görmekteyiz. Eski bir diş hekiminin örneğin dişteki apseyi yok etmek için dişin kavuğunu oymak gerektiğini iddia ettiği metinlere rastlamaktayız.

İmhotep (“barış içinde gelen”, MÖ 2667 — MÖ 2648). Antik Mısır’da mimar, yazar, hekim, mucit, mühendis, heykeltıraş, astronom ve firavun Zoser’in veziri olan efsanevi kişi.

Mısır uygarlığında hekimler tedavilerini ve reçetelerini kayda almaktaydı. Ebers papirüsünde (20 metrelik bir rulo) birçok hastalığa iyi geldiği düşünülen 877 reçetenin olduğunu biliniyor. Bu papirüs en eski yazılan tıp kitaplarından biridir (günümüzden ~3600 yıl önce). Mısırlılar için görünen fizyolojik hastalıkların pek şaşırtıcı bir tarafı bulunmamaktaydı. Bu hastalıklara bilimsel diyebileceğimiz yaklaşımlar çokça bulunan hekim yazmalarında tarif edilmektedir. Diğer taraftan içerde, yani vücudumuzun içinde, olan bitenler söz konusu olduğunda büyü ve gizem faktörünün etkin olduğu görülmektedir. Bu Mısır tıbbının doğaüstü faktörleri bütünüyle elimine etmediğine delil oluşturmaktadır.

Bu hekim metinlerinde teşhis her zaman belirli ifadeler ile başlar: “Hastaya şu sözleri söylüyorum: a) tedavi edebileceğim bir hastalık; b) mücadele edebileceğim bir hastalık ve c)tedavi edilemeyecek bir hastalık”.

Ne var ki, bu tıbbi eserlerin, bazı yerlerinde görmekteyiz ki şahitlikler süreç içerisinde değişmektedir. Yani tedavi edebileceği bir hastanın süreç içerisinde olgulara dayanarak değiştiği görülebilmektedir. Sürecin gidişatı antik hekimlerin fikirlerini değiştirebilmektedir. Hekimlerin bir kimse üzerinde istemli/istemsiz kesme biçme işlemleri yapmadığı tahmin edilmektedir. Ne var ki yaralanmalar ve ölümlerden hareketle çeşitli çıkarımlar yapmaya fırsatları olmuştur. Piramitleri inşa eden işçilerin büyük bir veri deposu olduğu öne sürülebilir.

Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında görülen entelektüel atılımlar bazı gereksinimleri karşılamak için gelişse de daha sonra ileri bir meraka yol açmış ve salt ‘bilmek için bilmek’ olarak sloganlaştırabileceğimiz modern bilimin temellerini atmıştır.

--

--

Mustafa Efe Ateş ✘

Knows some stuff about philosophy, science, cooking & the game of basketball.