Din ve Uygarlık

Mustafa Efe Ateş ✘
8 min readDec 20, 2022

--

Neredeyse herkes ilkokul sıralarında trafikte –özellikle bir yaya olarak– uymamız gereken kuralları anımsamaktadır. Bunlardan biri ‘önce sola, sonra sağa ve tekrar sola’ olarak sloganlaştırabileceğimiz ve bu yönlere sırasıyla bakarak, bir otoyolda karşıdan karşıya emniyetli bir biçimde geçmemizi öğreten kuraldır. Tek başımıza olduğumuzda bu kuralı uygulayıp, güvenli bir biçimde karşı kaldırıma geçmek çok da zor gözükmüyor. Peki ya yakın üç arkadaşınızla karşıdan karşıya geçmek isterseniz? Eğer bu üç yakın arkadaşınız da sizin gibi dersi iyi dinlemişse, muhtemelen onların da kuralı bildiğini varsayar ve güven içerisinde hep beraber karşıya geçebilirsiniz. Evet, dördünüz de karşı kaldırımdasınız, rahat bir nefes alabilirsiniz. Rahatlayabilirsiniz çünkü tek başınıza karşıdan karşıya geçerken hissettiğiniz güvenli süreç yerini biraz olsun tedirgin bir sürece bırakmış olabilir. Nitekim arkadaşlarınızdan birisi o gün son derece dalgın olabilir ya da yeterince dikkatli olmayabilir, bir gözünüz vasıtalarda iken, diğer bir gözünüz arkadaşlarınızı kollamıştır.

Şimdi bir de okul arkadaşlarınızla, ders çıkışı toplu halde sinemaya gitmeyi planladığınızı varsayalım. Okulun karşısındaki sinema salonuna ulaşmak için trafik lambasının ya da alt-üst geçidin olmadığı bir yolu geçmeniz gerekiyor ve bu sefer dört kişi değil yirmi kişisiniz. Karşıya geçmek artık iyiden iyiye zor bir eylem olmaya başlayacaktır çünkü grubunuzdaki kişilerin bazılarını daha az tanıyor olacaksınız ve onların beklenmedik hareketlerini öngörmeniz pek de olası olmayacaktır. Hangi arkadaşınız sizce dersi iyi dinlemiştir? İstatistiksel olarak arkadaş sayınız artıkça onları kontrol altına almanız zorlaşacaktır. Emniyetli bir biçimde karşıya geçmek istediğinizde üç arkadaşı kollamak nispeten zor değildir fakat sayı yirmiye çıkınca durum hiç de kolay olmayacaktır. Bir kafiledeki üye sayısı ile o kafilenin kontrolü arasında ters orantı bulunduğu önermesi sosyal bir yasa (ya da en azından yasa-benzeri bir genelleme) olarak benimsenebilir.

Bu sosyal yasa işyerlerinde ya da kimi ‘start-up’ şirketlerinin gelişiminde tezahür etmektedir. Şirketlerin dinamikleri, çalışan sayısı belli bir düzeyi aştığında, başlangıç işleyişine göre, temelden değişir. Facebook’un baş ürün sorumlusu Chris Cox şirkete ilk dâhil olduğunda az sayıda çalışanın olduğunu ve her şeyin idare edilebildiğini; ne var ki çalışan sayısı artıkça işlerin değiştiğini ve tuhaf şeylerin başladığını belirtmiştir. Bu tuhaf şeyler şirketin iletişim ve karar verme konularında daha katmanlı bir yapıya gereksinim duyduğuna işaret etmektedir.

Bu noktada söz konusu sosyal yasanın ardında niceliksel bir hipotezin yattığını söylemek gerekiyor: Dunbar Sayısı. Bu –gizemli– sayının ilk tohumları Robin Dunbar tarafından 1992 yılında yayınlanan bir makalede atılmıştır. Bu çalışmada Dunbar bir primat grubunun üye sayısı ile o gruptaki primatların beyin boyutları arasındaki ilişkiye değinmiştir. Bu ilişki şu doğru orantısal ifadede kendini bulmuştur: ne kadar büyük beyin, o kadar geniş üyeli grup. Farklı ifadeyle, primatlarda beyin boyutu büyüdükçe bir arada yaşadıkları grupların üye sayısı da doğru orantıyla artmaktadır. Dunbar bu sonucu genellemek ister ve primatların bir üyesi olan insan için bir çıkarım yapmayı hedefler. Hesaplamaları sonucunda aradığı sayıyı bulur: 150. Bu şu demektir: İnsanın çevresinde optimum ilişki kurabileceği kişi sayısı 150’dir, fazlası değil.

Dunbar Sayısı. Bir kişinin maksimum ilişki kurabileceği kişi sayısı 150'dir. © Jelena Mrkovic

150 sayısı Profesör Dunbar’a en başta biraz az gelmiştir. Bunu kontrol etmek için doğal insan gruplarının büyüklüğüne ilişkin veriler ile 150 sayısının tutması gerekmektedir. Dunbar bu verilere baktıktan sonra eşleşmeyi teyit etmiştir. Avcı-toplayıcılar katmanlı sosyal hiyerarşilere sahiptir ve aileler grupları, gruplar zümreleri ve zümreler de kabileleri oluşturmaktadır. Bu kabileler neredeyse yaklaşık 150 kişilik insan topluluklarıdır çünkü uygun ve güvenilir iletişim kurmak, yeterli enformasyon akışını sağlamak, birlikte karar alabilmek ve dedikodu yapabilmek için bir grubun 150 sayısını aşmaması gerekmektedir. Yuval N. Harari’nin deyişiyle, bu sayı aşıldığında: “gruptaki çoğu kişi diğerlerini ne yeterince yakından tanıyabilir, ne de etkili şekilde dedikodu yapabilir” ve tıpkı üstteki şirket örneğinde olduğu gibi, tuhaf şeyler olmaya başlar –yani kontrol yavaş yavaş kaybedilir ve birlikte iş yapabilme becerisi yitirilir (cf. Lindenfors et al).

İlk bakışta, 150 kişiden oluşan doğal insan gruplarının günlük işlerini görmek ve hayatlarını idame ettirmek bakımından uygun sayıda olduklarını söylemek mümkün. Ancak savaş gibi tarihi olaylardan, günümüzdeki grevlere kadar binlerce kişinin birlikte ve sistemli hareket edebildiği ve zaman zaman başarıların da kazanıldığı topluluk etkinliklerini nereye konumlandıracağız? Uhud Muharebesi binlerce Medineli ve Mekkeli arasında geçmemiş midir? 12. yüzyılın başlarında Haçlı seferleri binlerce Hıristiyan’ın Anadolu’ya akını değil midir? Peki ya Fransa’da dört yıldır süren Sarı Yelekliler Protestoları (Gilets Jaunes Protests) 30 bin kişinin katılımıyla devam etmiyor mu? Bu sorular Dunbar’ın kuramının hatalı varsayımlar üzerine bina edildiği fikrini uyandırıyor.

Sarı Yelekliler. 12 Ocak’ta Paris’teki gösteri sırasında. © AFP — Ludovic MARIN

Temel olarak böylesi bir fikre kapılmanın yersiz olacağını söyleyebiliriz. Bir nedenden dolayı: Dunbar ‘doğal’ insan gruplarının optimum sayısını belirliyor, bir fikir etrafında toplanan ‘yapay’ insan grupların değil. Başka bir ifadeyle, 150 kişilik bir grubun bir araya gelişi salt biyolojik gereksinimlerin giderilmesi ya da iyi vakit geçirmenin verimli olabilmesi adınadır. Örneğin, avcı toplayıcılar tek başına avlanamadıkları durumlarda bir araya gelir ve sonraki avlarında yine birbirlerine muhtaç oldukları için bir arada yaşarlar. Bugün bir İngiliz’in sadece İngiliz arkadaşları yoktur. Bir İngiliz’in onlarca Fransız, Alman ve Kamboçyalı arkadaşı olabilir çünkü İngiliz’in amacı onlarla beraberken salt iyi vakit geçirmektedir. Onu arkadaşlarıyla bir arada tutan faktör ait olduğu milleti değildir.

Ne var ki daha kapsamlı topluluk hareketlerinde, bireylerin birbirlerini tek tek tanımalarına imkân bulunmamaktadır. Bu nedenle üye sayısı çok olan geniş grupların bir araya gelebilmesinin tek yolu bireylerin sahiplenebileceği bir fikir üretmektir. Bu fikrin bir hakikat mi yoksa bir kurgu mu olduğunun pek bir önemi yoktur. Toplu halde hareket edebilme kabiliyetini tetikleyecek şey fikri sahiplenen kişi sayısına bağlıdır. Bir fikri sahiplenip harekete geçtiğinde yanında senle birlikte hareket eden kişinin güvenilmez, yalancı, hırsız ya da katil olup olmadığını bilmene gerek yoktur –aynı fikrin çevresinde toplanan ve birbirini tanımayan binlerce kişiden yalnızca ikisini oluşturursunuz.

Uygarlık tarihini derinden etkileyen en önemli faktörlerin arasında aynı fikrin etrafında toplanmış büyük yığınların toplu hareketi yatmaktadır. Büyük göçler ve isyanlar bu toplu hareketlere uygun örnekler teşkil ederler. Ne var ki, bir fikir etrafında toplanıp birlikte hareket etmenin elzem olduğu en tesirli vakalar savaşlardır. Örneğin, ‘ulusalcılık fikri’ her iki büyük dünya savaşında toplulukların bir arada hareket edebilme kabiliyetini temin eden en temel güçtür. Savaşan insanlar birbirlerini doğrudan tanımasa da aynı ulusun mensubu oldukları fikri etrafında birleşmişler ve bu doğrultuda müdafaa ya da saldırı gerçekleştirmişlerdir. Bununla birlikte ulus devlet fikri insanlık tarihi için görece yenidir (ulus devletin on sekizinci yüzyılda Fransız Devrimi sırasında tarih sahnesine çıkmış olduğu kabul edilir). Bin yıllar boyunca savaşan kitleleri bir araya getirebilen ya da bir arada da tutan en önemli itici güç dinler olmuştur –ki halen de olmaktadır. Burada dinlerin savaşı tetikleyen etmenler olmadığının altını çizmek isterim. İnsanlığın tarihinde bazı din adamları ya da çoğu sofu savaş çığırtkanlığı yapmıştır, yapabilir ancak dinler doğrudan savaş çıkarmazlar sadece çıkan ya da çıkma potansiyeli olan savaşlarda kitleleri bir araya getiren bir tutkal görevi üstlenirler. Bu yüzdendir ki, birbirini tanımayan iki Katolik birlikte Haçlı Seferine ya da birbirini tanımayan iki Müslüman Cihada katılabilir.

Dinlerin özelde savaş ve genelde uygarlık tarihindeki belirleyici rolü kısaca böyle özetlenebilir. Ne var ki toplumlar sürekli birbirleri ile savaşmazlar, barış içerisinde de yaşarlar. Bu barış durumunda toplumun iç-dinamiklerinin bütünüyle huzur içinde olduğuna yönelik öne sürülebilecek bir tanım ise en amiyane tabiriyle iyimserdir. Nitekim her toplumda ‘çürük elmalar’ vardır (ait olduğu toplumun bütününe kutsallık atfeden primitif milliyetçi tavır bu yüzden eleştirilebilirdir). Dinler güvenilmez, yalancı, hırsız ya da katil olan bu çürük elmaları –genellikle bir tanrı tarafından– cezalandırılması için ortaya çıkmıştır ya da tam tersi.

Dunbar Sayısı’na geri dönelim. Üye sayısı 150 kişiyi geçmeyen (daha doğrusu geçmesi tercih edilmeyen) kabileler nasıl oldu da, Gordon Childe’nin de belirttiği üzere, uygarlığın temel bileşeni olan büyük nüfuslu şehirlerde bir arada yaşayabildi? Öyle ki 150 kişilik bir kabilede kimin ne yaptığı az çok bellidir. Bir bütün olarak kabileye verilebilecek anti-sosyal ve zararlı tavırlar doğrudan tespit edilebilir ve bu davranışları sergileyen kişiler yine doğrudan cezalandırılabilir, itibarları yerler altına alınabilir ve kabile üyeleri tarafından dışlanabilirdir. Fakat nüfus çoğaldıkça işler değişecek, tanımadığın kimseler ile iletişime geçme olasılığın –yer yer de zorunluluğun– artacaktır. Bu, ait olduğun toplumun insanı olup da aynı zamanda ‘yabancı’ olarak nitelendirebileceğimiz insana nasıl güveneceğiz? Onunla, örneğin, kısıtlı üye sayısına sahip kabilenle gittiğimiz gibi ava gidebilir miyiz? Avda büyük payı almak için bizi canımızla tehdit edip etmeyeceğini nereden bileceğiz? Bu sorularda içerilen kaygının ortadan kaldırılması için bir gözetim mekanizması şarttır. İşte, popüler görüşe göre, bu gözetim mekanizması için en uygun aday her şeyi gören, her şeyi bilen, uygunsuz edimleri cezalandıran ve uygun ahlaki eylemleri ödüllerinden ahlaki bir tanrıdır.

Böylesi bir ahlaki tanrının potansiyel olarak sahip olduğu cezalandırıcı karakter sayesinde insanlar ahlaki olmayan bir eylemi yapmayı iki kere düşünecektir. Aynı tanrıya inandığın ya da aynı dine mensup olduğun yabancı biri ile işbirliği yapmak seni daha güvende hissettirecektir. Öyle ki her iki taraf da ahlaki olmayan bir tavrı cezalandırma kaygısıyla sergilemeyecektir. Bu koşullar altında yabancı gerçi senin öz-kardeşin değildir ancak din kardeşindir. Onunla ticaret yapabilir, dayanışma içerisinde hareket ederek refah seviyeni bireysel düzeyde ve beraberinde toplumsal düzeyde artırabilirsin. İşte bu sayede uygar diyebileceğimiz büyük nüfuslu şehirler kurabilmek için uygun zemin hazırdır. Özetle ‘din’ ya da doğaüstü gücü olan tanrı(lar) uygarlığın olmazsa olmaz bileşeni olan büyük şehirlerin ortaya çıkmasında en önemli faktörlerden biri olmuş ve insanlık tarihinde Karl Jaspers’in ifadesiyle bir eksen kayması yaratmıştır.

Michelangelo Buonarroti Creazione degli astri e delle piante, 1511–1512 circa, fresk.

Dinlerin büyük şehirlerin kurulmasında ve komplike (karmaşık) toplumsal yapıya yol açmasında dolaylı fakat son derece etkili bir faktör oluşu akla yatkın bir görüştür. Ne var ki 2019 tarihli bir makalede Harvey Whitehouse ve ekibi bu görüşü reddetmiştir. SESHAT adını taşıyan ve günümüzden on bin yıl önceye kadar uzanan dine, savaşa, tarıma ve insan kültürüne ilişkin bilgilerin bulunduğu veritabanı aracılığıyla yapılan analizler neticesinde, ahlaki tanrıların komplike toplumların yükselmesinde etkili olmadığı sonucuna varılmıştır.

Dünyanın 30 bölgesinden 414 toplum hakkındaki verileri analiz eden araştırmacılar ahlaki tanrıların birçok insanın düşündüğünden çok daha sonra geldiğini öne sürmektedir. Başka ifadeyle, araştırma önce uygar şehirlerdeki nüfusun arttığını, ahlaki tanrıların ise bu artış sonucu ortaya çıktığını iddia ediyor. Öyleyse bu görüşe göre, bizim iyi ya da kötü olmamızı hesaba katan tanrılar, uygarlığın yükselişini yönlendirmediler, tersine uygarlığın kuruluşundan sonra geldiler.

Araştırmanın bir parçası büyük tanrıların dünyanın nerelerinde ortaya çıktığını gösteren bir haritadır. Aşağıdaki haritada, dairenin boyutu ilgili komplike toplumun büyüklüğünü temsil etmektedir. Yani daha büyük daireler daha büyük ve daha karmaşık toplumları temsil etmektedir. Daire içindeki sayılar, ahlaki tanrılara olan inancın ilk kanıtının bulunduğu bin yıl öncesinin sayısını temsil etmektedir. Örneğin, İmparator Asoka büyük ve karmaşık bir Güney Asya toplumu olan Maurya İmparatorluğunu kurduktan 2.300 yıl sonra Budizm’i benimsemiştir. Özetle araştırmadaki istatistiksel analiz, doğaüstü ya da tanrısal cezaya olan inancın ancak toplumlar basitten karmaşığa geçiş yaptıklarında, yani toplam nüfusun yaklaşık bir milyon kişiyi aştığı zamanlarda ortaya çıkma eğiliminde olduğunu göstermiştir.

Harvey Whitehouse ve ekibi ahlaki bir tanrının uygarlığın yükselişinde etkili olmadığını öne sürer fakat görüşleri bununla sınırlı değildir. Yine SESHAT veritabanı aracılığıyla ortaya koydukları görüş şudur: Günlük ya da haftalık toplu ritüeller ile uygarlığın emekleme dönemi arasında korelasyon bulunmaktadır. Yani araştırmacılar birlikte yapılan toplu dini sayılabilecek pratiklerin, ahlaki bir tanrıdan önce gelen bir fikir olduğu ve bu pratiklerin belki de komplike toplumların elverişli düzeyde yaşayabilmelerine olanak tanıdığı fikri üzerinde yoğunlaşmaktadırlar. Dolayısıyla araştırmacılar sosyal karmaşıklığın ilk yükselişi söz konusu olduğunda, kime ibadet edildiğinden ziyade nasıl ibadet edildiğinin önemli olabileceğinin altını çizmektedirler.

7 Temmuz 2021 tarihinde Harvey Whitehouse ve ekibi üstte anlattıkları görüşü irdeledikleri makaleyi geri çekmişlerdir. Bret Beheim ve ekibinin yazmış olduğu itiraz yazısında, Whitehouse ve ekibinin veri analizinde veri noktalarını tekrardan kodladığını öne sürmüşlerdir. Bu sayede ahlaki tanrıların komplike toplumlardan sonra çıktığı sonucuna ulaşmışlardır. Hâlbuki mevcut veri üzerinden gidildiğinde sonuç tam tersi çıkmaktadır: yani ahlaki tanrılar karmaşık toplumları önceler. Devamında Whitehouse eski ekibinden birkaç kişi ve yeni dahil olan araştırmacılar ile birlikte verileri yeninden düzenlendiği ve aynı çizgideki görüşü savunduğu farklı bir makale yazar. Bu makalenin yeni yaklaşımının detaylarını anlatmanın amaçlarımız doğrultusunda burada bir anlamı bulunmamaktadır. Yine de şunu söyleyebiliriz: Dinin ya da ahlakçı bir tanrının komplike toplumlara etkisi ve beraberinde uygarlığa etkisi yadsınamaz ancak onun uygar şehirlerin kurucu öğesi olup olmadığı halen tartışılan bir konudur. Belki de Voltaire’in Épîtres’te söylediklerini ihtilaflı görüşlerin özeti olarak vurgulamak sonsöz için uygun düşecektir: ‘Tanrı var olmasaydı da, biz onu icat etmek zorunda kalacaktık’.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Mustafa Efe Ateş ✘
Mustafa Efe Ateş ✘

Written by Mustafa Efe Ateş ✘

Knows some stuff about philosophy, science, cooking & the game of basketball.

No responses yet

Write a response