Antik Uygarlıklar: Grek ve Roma
Grek Uygarlığı
Avrupa’nın güneydoğusunda, Balkan yarımadasının ucunda yer alan engebeli bir kara parçası ve çevresinde yer alan irili ufaklı birçok ada Eski Yunan, yani Grek Medeniyetinin evini oluşturmuştur. Kıta Yunanistan’ında orta yükseklikte dağlar kuzey-güney doğrultusunda uzanırlar. Kolay geçit vermeyen bu dağlar kara ulaşımını çok zorlaştırır ve bu sebeple dağınık bir yaşama yol açar.
Coğrafi yapıdan ötürü birbirinden izole olan Grek toplulukları içlerine kapanık bir sosyal yapıdadırlar. Ne var ki bu topluluklar, çoğu hususta, yaşamlarını idame ettirebilecek düzeyde olsalar da, birbirleri ile ticari ya da sosyal etkileşime geçmedikleri için zamanla doyum noktalarına ulaşırlar. Farklı ifadeyle, her toplum gibi Yunan toplumu da kimi zaman zenginliğin yetmediği, refahın azaldığı durumlarla karşılaşmıştır.
İngiliz ekonomist ve nüfus bilimci Thomas Malthus’un çok sonraları kuramsallaştıracağı ‘nüfus artışının gıda arzını aşma eğilimi’ olgusu Grek uygarlığında yer yer kendisini açık hale getirmiştir. Nüfus ile kaynaklar arasındaki tezat ilişki birçok Yunan topluluğunu zor durumlara sokmuştur. Takdir edersiniz ki, sınırlı bir coğrafi mekânda, kısıtlı hayvancılık ve kısıtlı tarım yapabilirsiniz. Aynı zamanda, eğer ortada savaş ya da salgın hastalık yok ise nüfus artar, daha fazla insana daha fazla gıda gerekir. Daha fazla gıda temin edemeyince de, çözüm olarak, ya yaşanılan mekân terk edilir ya da yaşanılan mekânda tedbir alınır.
Giritliler (kimi kaynaklara göre Attikalılar) yaşadığı mekânda yetmeyen kaynaklar yüzünden her iki çözümü de kullanmışlardır. Birçok Giritli tarım ve hayvancılık yapabilmek, ailelerine bakabilmek adına adasını terk etmiş ve Doğu Ege kıyılarına göçüp İyonya Uygarlığını kurmuşlardır. Burada tarihte ilk defa koloni kurma fenomeni ile tanışıyoruz. Bu noktada kolonileşme ve emperyalizm arasındaki farkı görmek yararlı olacaktır. Kolonileşme yoluyla bir toplum başka bir toplumun kaynaklarını kullanır ve onlara hükmeder; emperyalizm ise başka bir toplumun kaynaklarını kullanmakla sınırlı kalmaz, o toplumun kültürel yapısını değiştirir. Giritlilerin, bu anlamda, sadece Anadolu’nun kaynaklarından faydalanmayı hedefledikleri genel bir kanıdır.
Girit’te kalanlar ise nüfus kontrolünü sağlamak adına bir başka çözüm bulmuştur: erkekler arasındaki seksüel birlikteliği teşvik etmek. Bu bilgiyi Aristoteles’in Politika adlı eserinden öğrenmekteyiz. Eşcinsel ilişki (özellikle erkekler arasında) Grek toplumunda yaygındır. En azından teşvik edilmese de, yasaklanmasına yönelik görüşlere pek rastlamamaktayız (cf. Solon Yasaları).

Coğrafi sebeplerden dolayı Yunanistan’daki dağınık yerleşik yaşam birbirinden kopuk siyasi bir düzene yol açmıştır. Diğer topluluklara ya da komşulara güven bu anlamda son derece azdır. Kendi içlerinde kendilerine yeten ve diğerlerinden bağımsız olan bu topluluklar için her bir komşu bağımsızlıklarına yönelik bir tehdit unsurudur. Grek uygarlığının tek parça bir siyasi birliğe kavuşması bu yüzden zordur. Ne var ki ortak tehditler Grek şehir devletlerini bir araya getirmekte kimi zaman başarılı olmuştur. Bu tehditlerden biri, örneğin, Perslerdir.
Persler M.Ö. 6. yüzyılda Anadolu’nun hâkimiyetini ele geçirip, İyonyalılara karşı galip geldikleri savaş sonrası iyiden iyiye Ege Denizinin doğu kıyılarına yerleşmişlerdi. Darius’un planını devam ettirmek isteyen Xerxes, Anadolu’nun kuzey batısına ilerledi ve Gelibolu üzerinden fetih hareketine başladı. Kara ve deniz kuvvetleriyle paralel hareket ederek Atina’yı bozguna uğratmak istiyordu. Fakat Teselya’nın güneyindeki bölgede müttefik bir birliğin başında olan Spartalı Leonidas ile karşılaştı.
Perslerin işi kolay değildi çünkü Spartalılar savaşçı bir topluluktu ve zamanında Likurgus’un önderliğinde önemli reformlara imza atmıştı, en büyük reform ise askeri liyakat idi. Spartalı çocuklar 7 yaşında ailelerinden koparılır ve devletin himayesi altına girerdi. Sıkı bir askeri tedrisattan geçen bu çocuklar, emir-komuta zincirinde yaşamlarını devam ettirirdi. Her bir Spartalı 7–60 yaş arası askerdi, bu askerlik eğitimi kara kuvvetlerine odaklanmıştı. Evlenmelerine izin vardı lakin akşam yemekleri için tekrar kışlaya dönüp arkadaşları ile yemek yemek zorundaydılar. Yedikleri yemeklerden birinin adı ‘kara çorba’ adını taşımaktaydı. Domuz etinin domuz kanında pişirildiği bu çorbaya biraz buğday, biraz sirke, defneyaprakları ve bolca tuz atılmaktaydı. Savaşçı olmak kolay değildi, hele de Spartalı bir savaşçı olmak hiç kolay değildi. Bu türden leziz(!) bir çorba herkes için değildi.
Spartalılar disiplinleri ve lükse olan nefretleri ile ayriyeten diğer topluluklardan ayrılırlardı. Savaşma güçlerini devam ettirebilecek her etkinlik ihtiyaç kapsamındaydı, geri kalan her şey ise fuzuli idi. Spartalıların diğer toplumlarla iç içe olması tehlikeli olarak değerlendirilmekteydi çünkü yeni fikirler kafa bulandırabilirdi.
Atinalar için ise askeri tedrisat –gerçi önemliydi– ancak Spartalılar kadar önemli değildi. Bir Atinalı genç erkek sadece 2 yıl devleti için zorunlu askeri hizmete tabi tutulmaktaydı. Elbette Atinalı gençler çeşitli fiziksel idmanlardan geçmekteydi ancak bu yaşamının tüm safhalarına yayılan bir süreç değildi. Nitekim bu delikanlılar aynı zamanda zihinsel yetilerini de geliştirmek zorundaydılar. Bununla birlikte Atina’nın Yunan coğrafyasında en etkili donanmaya sahip olduğunu da bu noktada ayrıca eklemek gerekiyor çünkü Spartalılar sadece kara kuvvetlerini güçlendirmeye odaklanmışken, Atinalılar deniz kuvvetlerinin stratejik olarak önemli olduğuna inanmaktaydılar.
Tekrar Pers tehdidine dönelim. Denizle yüksek dağların arasında yer alan Termopylae geçidinde Spartalılar Persler ile uzun bir muharabeye girdiler. Muharabe sonucu Spartalı askerler Pers ordusuna karşı çok iyi direndiler ve yer yer onları hezimete uğrattılar. Spartalı savaşçılar iyi direnmişlerdi çünkü çok etkili bir askeri biçimlenmeye sahiptiler: phalanx. Bu formasyon arkaik Yunan toplumunda kendilerinden önce de kullanılmaktaydı ancak phalanx’i en iyi uygulayan onlardı. Sık saflarda toplu halde adeta bir kirpi gibi ilerleyen Spartalılar düşmanlarına zor anlar yaşatıyordu. Phalanx diziliminde asker sol elinde bronz kalkanı, sağ elinde ise bir mızrak ya da kılıç tutuyordu. Kalkan ile asker hem kendi vücudunun yarısını, hem de yanında yer alan asker arkadaşının vücudunun yarısını koruyabiliyordu. Yani her bir asker yanındaki ile dayanışma içinde olmalıydı.

Bu dayanışma ideal olarak nasıl perçinlenebilirdi? Yanındaki askere âşık olursan… Platon Şölen adlı eserinde bu vurguyu yapmaktadır.

Açıkçası Platon’un bu sözleri (Phaidros’un ağzından) milattan önce yaklaşık 380 yıllarında söylediği düşünülürse bu fikrin sonraları Gorgidas’ı etkilediği düşünülebilir. Thebes’in Kutsal Birliği milattan önce yaklaşık 320 yıllarında 150 homoseksüel askerden oluşmuştur. Bu birlik -Chaeronea (Heroneya) Muharebesine kadar- 50 küsur yıl boyunca da yenilmemiştir. Dionysos’un memleketi Thebes’in bu türden bir homoseksüel birliği özümsemesi de zor olmasa gerek. Spartalıların phalanx diziliminde eşcinselliğin söz konusu olup olmadığı tartışmalıdır. Ancak daha deneyimli erkek askerlerin oğlancılık ile öğretmenlik arasındaki hatta gelip gittiğini bazı kaynaklar aracılığıyla biliyoruz.
Muharebeye geri dönersek: Xerxes’in ordusu sayıca üstündü ve bir rivayete göre Spartalı savaşçıların içinde bir hain vardı. İster sayıca üstünlük, ister hainlik her ne olmuş olursa olsun Spartalı askerler bozguna uğradı ve Persler için tek hedef kaldı: Atina. Sparta ile karşılaştırıldığında Atina kolay lokma gözükebilir. Başlarda intiba bu yöndeydi. Ne var ki aylar süren savaşta Atina zayıf düştüğü savaşta tekrar toparlandı ve önemsedikleri donanmaları sayesinde Persleri geri püskürttü. Savaş sona ermişti.
Savaş sonrası bir aristokrat soylu olan Perikles Atina’nın başına geçti. Bu dönem Atina için altın bir çağ idi. Perikles katılımcı demokrasinin temellerini atarak, şehrin savaş, dış politika ve hukuki kararlarını,18 yaş üstü erkek vatandaşların fikirleri doğrultusunda şekillendirdi. Elbette herkes bu türden politik haklara sahip değildi, aristokratlar gücü elinde bulunduruyordu ve işlerine yarayan köleleri bu haklardan mahrum bıraktılar. Keza kadınların ve Atina’da yaşayan yabancıların da politik haklarının olmadığı ileri sürülür.

Perikles Pers savaşı sonrası yeniden yapılanma hamlelerinde bulundu. Sanata, felsefeye, mimariye ve mühendisliğe hatırı sayılır yatırımlarda bulundu. Yeniden inşa edilen şehir barış içerisinde sürekli gelişmekte ve zenginleşmekteydi. Ne var ki bu durum muhafazakâr ve savaşçı Sparta’nın dikkatini çekti çünkü her alanda güçlenen Atina onlar için bir tehdit unsuru oluşturmaktaydı.
Perikles Spartalıların hamasi duygularının farkındaydı. M.Ö. 431 yılında halk meclisini Sparta’ya karşı savaş ilan etmeye çağırdı. Meclisin önünde yaptığı konuşmada büyük zaferlerin büyük tehlikelerden kazanılacağını söyledi. 27 yıl sürecek olan Peloponnesos Savaşı’nın tohumları işte böyle atıldı. Perikles savaşı kazanacaklarından emindi çünkü tüm Atina duvarlarla koruma altındaydı. Spartalıların askeri kabiliyeti yüksekti ancak bu duvarları aşamıyorlardı. Fakat bir noktada bu savaş Atina için büyük kayıplarla sonuçlandı. Bir veba salgını patlak verdi ve Perikles ile iki oğlu da dâhil olmak üzere tahminen 20.000 kişi bu duvarların kuşattığı güvenli alanda hayatını kaybetti.
Birbirlerini tolere edemeyecek kökten zihinsel farklılıklara sahip iki topluluk Atina ve Sparta birbirlerini yıpratırken kuzeyden, yani Makedonya’dan, yeni bir güç yükselmekteydi. Bu gücün başında Kral II. Philip vardı. Philip az önce adını andığımız Heroneya Muharebesinde kuvvetlerini birleştirmiş olan bazı Grekleri bozguna uğrattı ve şehir devletlerinin sonunu getirmiş oldu.
Philip mühim tüm Grek şehir devletlerini bozguna uğrattıktan sonra gözünü Perslere dikti. Persler yıllarca kendi topraklarında onlara saldırabiliyor ve hatta zafere yaklaşıyordu. Bu sefer sıra kendisindeydi, Asya’ya gidip oradaki uygarlıkları ele geçirecekti. Ne var ki yakın koruması Pausanias tarafından bir suikasta uğradı ve öldü. Bir iddiaya göre Pausanias’ı yüreklendiren kişi Philip’in oğlu Alexander, yani nam-ı diğer Büyük İskender’di.

Hand-colored woodcut of a 19th-century illustration. Source: Unknown
İskender yirmi yaşında Makedon kralı oldu ve babasının Pers hayalini sahiplendi. Kısa bir süre sonra, yalnızca Makedonlardan oluşmayan ve sayısı yaklaşık 40 bini bulan ordusuyla Anadolu’ya giren İskender, birçok yeri fethederek hayalinin ötesine geçti.
Uzun yıllar seferde ordusuna yeni askerler kattı ve Hindistan’ın kuzeybatısına vardı. Daha da ilerlemek istiyordu ancak yıllar boyu onla beraber seferde olan askerler artık tükenmişti. Bulundukları hattan ileri gitmek istemiyorlardı. İskender bunun üzerine dönüp asker toplamak için Babil’e geri döndü. Ancak savaşta almış olduğu yaralar sebebiyle burada kötüleşti ve hayatını kaybetti.

İskender üzerine başlı başına söylenecek çok şey olduğu aşikâr, ne var ki burada bunların hepsine değinme şansımız yok. Onun hakkında burada değinebileceğimiz şeylerden biri Helenizm çağını başlattığı, yani Orta Doğu coğrafyasında Yunan kültürünü yaydığıdır. Bu izler fethettiği şehirlerde mimari ve sanat olarak yansımasını bulmaktadır. Pek çok şehir kuran İskender’in adı bugün birisi ülkemizde olmak üzere halen 3 şehirde yaşatılmaktadır: Alexandroupolis, İskenderiye ve İskenderun.
Roma Uygarlığı
Roma Uygarlığı bugünün İtalya sınırları içerisinde kurulmuştur. Yunan coğrafyasına göre tarıma çok daha uygun bir yapıya sahiptir. Coğrafi mekânlar birbirlerinden kopuk değildir.
Roma’nın kuruluşu bir mitsel öyküye dayanır. Bu öyküye göre Savaş Tanrısı Mars bakire Rhea Silvia’ya zorla sahip olur ve bu zoraki ilişkiden Romulus ve Remus adında ikizler doğar. İkizler kral Amulius tarafından istenmez ve Tiber nehrinde boğdurulmaları emredilir. Fakat onları boğmaya götüren kişi ikizleri öldürmeye kıyamaz ve sepetle birlikte onları nehre bırakır. Bir süre nehirde yol alan ikizler karaya oturur, önce bir kurt tarafından emzirilir, daha sonra da bir çoban tarafından gençliklerine kadar bakımı üstlenilir. Bu ikizlerden Romulus daha sonra (muhtemelen kardeşi Remus’u öldürerek) Roma’nın kurucusu olur. Bu mitsel öykünün detayları elbette fazladır ancak bizi ilgilendiren kısım bu mitin Romalılara vermiş olduğu aidiyet ve kökensel zenginliktir. Savaş Tanrısı Mars’ın kurttan beslenmiş torunlarıdır onlar.
Roma uygarlığına ilişkin her detaya burada değinmek olası değildir. Bu nedenle sadece çarpıcı olarak nitelendirebileceğimiz birkaç özelliği ön plana çıkarmak pedagojik olarak daha etkili olacaktır. Ötesini merak edenler Roma tarihinin derinliklerine inip, ilgi duydukları konulara ilişkin çok daha fazla bilgiyi edinebilirler. Edward Gibbon’un Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı 8 ciltlik eseri Roma tarihi meraklıları için son derece iyi bir başlangıç olabilir.
Romalılarla ilgili bilinen iki şey vardır: iyi birer diplomat oldukları ve iyi birer asker oldukları. Fethettikleri yerlerde olduğu kadar fethettikleri yerlere yakın komşuları ile stratejik ilişkileri uygun bir şekilde geliştirmeleri onların diplomasi iyi bilmelerinden ileri gelmektedir. Karar alma mekanizmaları çok iyi işlemektedir. İyi birer asker olmaları ise Roma topraklarının genişliğinden anlaşılmaktadır. Bir Roma askeri yalnızca savaşan kimse değildir iyi bir işçi, usta, haberci ve ormancıdır da. Önlerine çıkan ormanlık alanı optimum biçimde kesmeyi bilen, kesilen alana da geçebilecekleri bir yol döşemeye mahir insanlardır.
Roma uygarlığı emekleme döneminde (M.Ö. 1–2. yüzyıllar), geniş topraklara yayılmadan önce, bugün Tunus topraklarında yer alan ve Fenikeliler tarafından kurulmuş olan Kartaca ile mücadele etmek zorundaydı. Hannibal’ın önderliğinde Roma ile mücadeleye giren Kartaca direnmesine rağmen yenildi. Ancak komutanları Hannibal’ın savaş dehası her zaman takdir edildi. Mezarının bugün İzmit’te (eski adıyla Bithynia) olduğu tahmin edilmektedir. Atatürk Hannibal’ın savaş mantalitesini her daim takdir etmiş ve onun adına İzmit’te bir anıt mezar inşa ettirmiştir.

Böylesi zor bir savaşı kazanmanın vermiş olduğu özgüven ile Roma artık durdurulamaz hale gelmiştir. Milattan sonra 1. yüzyıl civarında Roma imparatorluğunun sınırları iyice genişlemiştir. Bu orantısız diyebileceğimiz yayılım merkez ile bağlantıyı güç kılmaktadır. Örneğin Likya’dan Roma’ya ivedilikle iletilmesi gereken önemli haberler bulunmaktadır. Bu haberler nasıl iletilecektir?
Romalılar İtalya’dan Anadolu’nun doğusuna kadar açmış oldukları yollar sayesinde çok hızlı bir haberleşme ağı kurabilmişlerdir. M.Ö. 27'den M.S. 14'e kadar hüküm süren imparator Augustus, çok sayıda valisi ve askeri yetkilisinin yardımıyla güvenilir ve hızlı bir şekilde iletişim kurmak için Roma’nın ilk resmi posta servisini kurmuştur. Kaynaklara göre bir postacı günde 80 kilometre yol alabiliyordu. Elindeki evrakı ya en yakın istasyondaki postacıya teslim ediyor, ya da kendisi götürüyordu. Cursus publicus (halk yolu) adını taşıyan rotayı adını aldığı halk değil yalnızca hükümet ya da ordu görevlileri kullanabiliyordu. Vatandaşlar cursus publicus’u yalnızca hükümet izin verdiği takdirde kullanabiliyordu. Bu yolun hizmetlerinden yararlanmasına izin verilmeyen kişiler, izin alabilirlerse, postalarını taşımak için kölelerini ya da tanıdıklarını kullanıyordu. İmparatorluğu ilgilendiremeyen hususi evrakların bu yol üzerinden gönderilmesi ya da bu yolla bir yerden başka bir yere ziyaret gerçekleştirilmesi yasaktı. Bu yasağı delen komutan Gaius Plinius Secundus imparator Trajan’a şöyle bir mektup yazmıştır:
Lordum, şimdiye kadar sizin işiniz dışında imparatorluk postasını kullanacak kişilere ve mektuplara izin hiç izin vermedim. Ancak acil bir durum nedeniyle kendi kurallarımı çiğnedim. Karım büyükbabasının öldüğünü duydu ve o kadar üzüldü ki acilen teyzesini ziyaret etmek istedi ve ben de ona imparatorluk postasıyla seyahat etmesi için izin verdim, çünkü takdir edersiniz ki bu en hızlı yoldur …. Nezaketinize güvendim ve sizden henüz izin almamış olmama rağmen bana bu iyiliği çok görmeyeceğiniz düşündüm. İzninizi alana kadar bekleyemedim çünkü bekleseydim çok geç olacaktı.
Görüldüğü üzere haberleşmenin önemi devlet erkânı içinde oldukça fazlaydı. Bununla birlikte, katı kurallar ve yasaklar söz konusuydu. Peki, neden? Neden hususi mektuplar, evraklar bu yol üzerinden gitmiyor ya da yolculuklar bu rota üzerinden yapılamıyordu? Bunun nedeni Cursus publicus’un aynı zamanda bir istihbarat ağı işlevi görmesiydi. Özel bilgiler bu yol üzerinden kritik görevlerdeki kişilerin eline zamanında ulaşmalı, herhangi bir tehditle karşılaşmamalıydı. Dolayısıyla bu yolun güvenliği aslında Roma gizli servisinin işleyişinin aksamaması için elzemdi. Daha sonra İmparator Hadrianus gizli servisin personel sayısını genişletti. Özgün işlevleri tahıl toplayıp, dağıtmak olan (frumentarii adı verilen) ikmal çavuşları istihbarat subaylarına dönüştürüldü. Frumentarii’ler özellikle Hıristiyanların yakalanıp tutuklanmasında ciddi roller oynamıştır.
Roma’da haberleşmenin yalnızca bu yapı ile sınırlı olmadığını söylemek gerekiyor. Romalılar forum adını verdikleri halk meydanlarında taşlara çeşitli bilgileri yazdıkları bir günlük gazete çıkarıyorlardı (bazı gazeteler ise taş değil papirüstü). Acta Diurna (Latince: Günlük Eylemler, Günlük Halk Kayıtları) adını taşıyan bu bilgi panoları, ilk zamanlarda yalnızca hukuki işlemlerin ve davaların sonuçlarını içeriyordu. Daha sonra içerik, genel ilanlar ve duyurular ile önemli doğumlar, evlilikler ve ölümler gibi diğer dikkate değer bilgilere genişletildi. Birkaç gün sonra bu bildirimler kaldırılıyor ve arşivleniyordu (bu arşivlemeye rağmen acta diurna’ların günümüze sağlam bir kopyası ulaşmamıştır).
Romalılar her ne kadar sağlam temeller üzerine kurduklarını düşündükleri uygarlıklarının yıkılmaz olduğunu düşünse de, sonları kendilerinden önceki topluluklardan farklı olmamıştır. İmparatorluk genişledikçe zenginlik artmış fakat bu zenginlikler adil bir dağılımla paylaştırılamayıp sınırlı bir zümrenin kontrolünde kalmıştır. Zengin-soylu Romalılar kendinden önceki diğer uygarlıklarda olduğu gibi köle sistemini devam ettirmişlerdir. Ancak hiçbir uygarlık Roma kadar köle emeğine dayalı bir yaşama sahip değildir. Araştırmacılar, Roma imparatorluğunun nüfusunun yaklaşık %10'unun (muhtemelen bu oran %20'ye kadar çıkabilir) köleleştirildiğini tahmin ediyor. Bu, tahmini olarak 50 milyonluk bir Roma imparatorluğu nüfusu için (MS 1. yüzyılda) beş ila on milyon arasında köleleştirilmiş insan anlamına gelir. Bu sayı, kentsel alanlarda ve İtalya’da sayısal anlamda daha fazladır.
Bu bağımlılığa, yani kölelere bağımlılığa, rağmen Romalı köle sahipleri işlerini gören bu insanlara çoğunlukla iyi davranmazlardı. Örneğin görünüşte sadece küçük bir yazılı levha (5,8 cm çapında) gibi görünen aşağıdaki cisim Roma tarihinin çirkin köleci yüzünü bize göstermektedir.

Bu levhada Latince şu sözler yazmaktadır:
Tene me ne fugia(m) et revoca me ad dom(i)num Viventium in ar(e)a Callisti
Hold me, lest I flee, and return me to my master Viventius on the estate of Callistus
Görünüşe göre bu künyeyi takan kişi daha önce en az bir kez kaçmaya çalışmış, bu yüzden sahibi Viventius bu tasmayı yaptırmış. Talimata göre, kişiyi bulan kişi, onu sıkıca tutmalı, kaçmasını engellemeli ve Tiber nehrinin yakınında bulunan Callistus’un malikânesine iade etmelidir.
Hem kendisine hem de diğer kölelere yapılan bu zulme dayanamayan birçok köle isyan etmiş ve hatta sahibini öldürmüştür. Bu isyanlar bir noktada o kadar etkili olmuştur ki Romalı refah sahibi insanlarda bir nevi ‘köle korkusu’ diyebileceğimiz bir endişe bozukluğu yaratmıştır (Romalı düşünür Seneca’nın Ahlak Mektupları adlı eserinin 4. mektubunda kölelerin öfkesine uğrayanların sayısının, kralların öfkesinne uğrayanların sayısından daha az olmadığını söylemesi bu endişenin köklerini gösterir). Bir Roma atasözü şöyle demektedir: “Ne kadar kölen varsa, o kadar düşmanın var demektir”. Köleler ile zengin sahipleri arasındaki bu asimetrik gelişmeler büyük çaplı savaşlara da yol açmıştır. Trakyalı Spartaküs Capua’daki gladyatör okulundan 70 arkadaşı ile birlikte kaçmış ve kaçan diğer kölelerle birlik olup yaklaşık 10 tümenlik (~100 bin kişi) bir birlik kurarak Roma ordusu ile 2 yıl boyunca cesurca çarpışmıştır. En sonunda düzenli ordu karşısında direnemeyen köleler 6 bin kişi kalmış ve ele geçirilmişlerdir. Romalılar zapt edilen 6 bin köleyi İsa’ya yaptıkları biçimde çarmıha gererek katletmiştir.
Bu isyandan yaklaşık 3 asır sonra Roma imparatorluğu iyiden iyiye zayıflamıştır. İç savaşlar, ekonomik daralma ve işçi kıtlığı beraberinde veba salgını ile birleşince (günde 2000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor) bu uygarlığın çöküşü hızlanmıştır.